3 Şubat 2016 Çarşamba

ÇOCUK EY ÇOCUK


Ay yansıyacak bir alem arıyor 
Gümüş alnını aya sunsana çocuk. 

Ay gümüş sofralarda çocukları ağırlıyor 
Bizim yüzümüz eskidi, ay ihtiyarlıyor. 

Ay öpüyor seni yanaklarından 
Aya bir kez dokunsana çocuk. 

Sen bir paratonersin, bilmezsin 
Kötülüğü nasıl izâle ettiğini. 
Sen bir fenersin ıssız koylarda 
Uzak ilhamlardan yüreğime 
Bir görünür bir sönersin. 
Sen bir gümüş paratonersin 
Bilemezsin gücünün nelere yettiğini. 

Ay ihtiyarlamış, ap ak saçlarını tarıyor 
Çocuk, gümüş tuğlu ordular sende gücünü arıyor. 

Karanlığın göğsüne yaslanmışsın 
Gümüş bakışlarının yalazı titrek 
Çocuk, bu gün sen ağlamış, ıslanmışsın 
Uzat ellerini semâya, bize ellerin gerek. 

Ay düşüyor, ayı tutsana çocuk 
Biz ağlamaklı olduk, avutsana çocuk



İsmail GÖKTÜRK

NEFES

-Ali Yurtgezen Hocama hürmetle-

                                                                   
                            “Merhamet et her şeye agâhım Ali
                                              Var mı senden başka söyle, ilticâgâhım Ali”
                                                                                               Neyzen Tevfik


Ehli hâl değilim, esrârı kapalı semânın
Esmâya muhatap âdem olamadım Ali.
Pür kusurum hem pişman, şâkisiyim daru’l emânın
Dünyaya yüzüstü düşmüşüm, doğrulamadım Ali.

                        Bunca yıl kapındayım, yine ağyârım Ali
                        Nâçârım, eşiğinden geçmedi âhu zârım Ali

Rind-i Kerbelâ iken dilencisiyim dergâhının
Ahvâl-i arza ne hâcet, müşkilim sana âyandır.
Meczûbuyum, hayrânıyım ilm-i ledün mâhının
Ahâlî ta’n eylemiş, hâlim ehl-i irfâna tuğyandır.
                        Kuşatılmış sadrım, hem zebûnum, dermânım Ali
                        Nedâmetten melâmete kalbet fermânım Ali

Mâsivâ pazarında rüsvâyım, gönül âyinem kırıldı
Azatsız köleni gör, kaç efendiye satılmışım Ali.
Unuttum erkânı, sıdk-ı sıfatım özümden ayrıldı
Yüzgeri etmeden sor, kaç kapıdan atılmışım Ali.

                        İkrârımdan hezâran dönmüşüm, arsızım Ali
                        Aramam senden gayrı melce’, umarsızım Ali




İsmail GÖKTÜRK


KELİMELERLE YÜRÜMEK


Sana kelimeler sunmak isterdim
Sözden sükûttan öte, lâl.
Sana götürmeseydi kelimelere küserdim
Kelimeler ki soramaz hâl üzre suâl.

Turna kanatları, karanfil yaprağı üzre
Serin selviler. Mezar toprağı üzre
Güvercin bakışları, yürek sunağı üzre
Melâlime bigâne, kelimeler ki kıyl-ü kaal

Sersefil bir kalbi avuçlarına sunmalıyım
Bir ağıt olup, yüreğinde avunmalıyım
Çağın ithamlarına hâlimi nasıl savunmalıyım
Kelimeler ki hani, anamın ak sütünce helâl?

Dost sana kelimeler sunmak isterdim
Sevdâlı, kalender, kırılgan, cevvâl.
Dost seni buyur ettim, soframı serdim
Kelimeler ki acıdır, edilmiyor hasbihâl



İsmail GÖKTÜRK

GÜLÜN ÇAĞRISI



“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”


Senin kalbin ki, bir gül coğrafyasıdır. Hayata bir gül goncası olarak gelmenin ve bir gülün sürgünlerini yeryüzü coğrafyasına, yani ki kalbinin coğrafyasına taşımanın adıdır yaşamak. Şimdi hangi hıdırellez gecesi, kimbilir hangi gül dalına bağlı kaldı yüreğimizin menkıbesi sevgili. Senin kalbin ki yedi iklim üç kıta bir gül bahçesiydi. Sabahları, bir gülün açılması gibiydi; hayat, bir hüseynî fasıl. Senin görkemini kuşanırdı kâinat bir gülün güzelliğinde. Gül, güllerin en şereflisi, iki cihanın efendisi Resulullah’ın teriydi. “Terlese güller olurdu her teri / Hoş dererlerdi terinden gülleri”. Ve gül eksenli bir medeniyetin hakim kılındığı yeryüzünde her gül açıldıkta, peygamberî bir neşve sarardı kullarını. Senin coğrafyanda kulların aşk sarhoşuydu. Gül kokularında cezbeyle yaşarlardı hayatı. Coşkun ırmaklar gibi akardık sevgili. Yakıp yıkarak değil, mamur edip yücelterek. Bir gül ülkesi ki, her şey gül renginde, her şey gül yumuşaklığında, gül tadında, gül kokusunda, gül cazibesinde, gül havasında.. Taşı toprağı güldür bu diyarın. Çarşısında pazarında hep gül vardır. İnsanlar yalnızca “gül alır gül satarlar”. “Gülden terazi tutarlar”. Dahası “gülü gül ile tartarlar”. Biz ülkeleri alır, gül bahçesi yapardık sevgili. Büyüklerimiz vasiyetinde “İslâmbol’u aç, gülzâr yap” derdi. Gül, senin adına bismillah çekerek gülzâr yaptığımız bir coğrafyanın hayat üslûbuydu sevgili.

Şimdi “her yer Kerbelâ”. Şimdi bir çocuk ve bir annenin yüreği paramparçadır bir tarlada. Amcalar mayın döşemiş gece parklara. Tankların istilasında şimdi sokaklar. Çocukların ellerinde bir avuç taş, hem oyuncakları hem silahlarıdır şimdi. Mayınlar ve tanklar pusuda bekliyor. Şimdi küresel efendiler, çocukların gözlerindeki gülgûn bakışı, yanaklarındaki gül gamzeleri soldurdular. Şimdi insanlık bir cinnete sürgün sevgili. Senden bir vedia olan kulların sersefil savruluyor cinnetin rüzgarında. Senin yüreğinin coğrafyası talan edildi sevgili. “Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin / Bülbül hamûş, havz tehî, gülistan harab”.

“Güller yine tomurcuktur izin ver açsınlar / Günlerce gül yüzün görmek için bekler gel”. Şimdi “Ali olmaktan bir sedef her çocukta”. Şimdi Ali, yine bir kırata binip gelir değil mi sevgili. Layık olma erdemini gösterdiğimizde, karların eridiğinde gül tomurcuklarının kokusuyla gelen baharı duyarız değil mi sevgili. Gülle başlarız söze sohbete, atalara uyarak. Ataların yüzünde bir tebessüm cennet misal açılır değil mi sevgili.

Şimdi bir çocuğun, parkta donarak öldüğünü bir çocuğun sana nasıl duyurduk sevgili. Şimdi donmuş, kurşunlanmış, mayına basmış çocuklarını sana duyurmadan nasıl gömeriz. Yüreğimizi nereye gömeriz sevgili.

“Gel gül çağına çek bizi gül çağına”. Özsuyu çekilmiş gibi merhametsiz, sevgisiz, kupkuru bir dünyanın zulmünü çekemez oldu omuzlarımız. Bize gülün kokusunu gönder, gülün hil’atini giydir bize, bizi sevindir efendim. “Seni nasıl çağırsak bize ses ver ey / Biz bunca toplandık bunca yürek seni bekler gel”.

Şimdi terkedilmiş yaşlı bir dede, gözleri dopdolu, senin ülkendeki kuşlardan haber bekler. Şimdi bir anne, bir sokağın tenhasında ekmek parası ister yüzünün suyunu dökerek. Şimdi bir sürü çocuk, sokak çocuğu, parklarda garip. Şimdi şakağı ağarmış bir baba, sevinci ve mutluluğu kucaklayıp götüremiyor evine. Şimdi gençler, dünyanın gerçekliğinden habersiz, figüranlarıdır küresel oyunların. Şimdi sokaklar dolusu çocuk, çığlık çığlığa arayışta. Biz bunca toplandık sevgili. Hâllerimiz sana malum. Bize özlediğimiz kokuyu gönder, âşina olduğumuz renge büründür bizi. Gül çağında cem eyle...

“Gülün çağrısı”, özlediğimiz medeniyetin sesi. Sevgilinin sesi. Gül bahçesine, gül medeniyetine çağıran ses. Adama güller ses verir de durmak olur mu. Bir medeniyetin çağrısını duymazlıktan gelmek olur mu. Değerli ağabey, güzel insan Osman Nalbant’ın prodüktörlüğünde Semerkant Yayıncılıkta çıkan bir seri gül demetidir, tasavvuf ilahilerinden oluşan kasetlerdir “Gülün çağrısı”. Fazla söze ne hacet. Duyalım ve duyuralım, eğer sevgiliye ve onun çağına özlem duyuyor ve yeniden onun çağında olmak istiyorsak. 




İsmail GÖKTÜRK

GİDELİM, MÜSAADE GEREKMEZ


Yürek rutubet aldı, feleğin mühleti doldu
Geçti şarap mevsimi, parklar tenha değil.
Ben dağlara yanmıştım, Musa ırmaklara vuruldu
Bu şarkılara içilir mi Musa, bu çalan bizim hava değil.
           
            Şimdi kentler, kamusal alanlarında üşüyor
            Musa, dünyanın çözülen büyüsüne dipnot düşüyor.

Biz çarpıp çıkalım kentin kapılarını
Gemileri limanlarında bu şehrin, kim yakarsa yaksın.
Sen ıslık çalmayı bilirsin, söyle artık şarkılarını
Gir koluma Musa, hayaletlere çarpacaksın.

            Bütün kaleler düşüyor Musa, sıyrılıyor erdeminden
            Hüzün karlı dağlar ardında, çıktı insanın gündeminden.

Alnımıza meczup, sadrımıza mefluç yazıldıysa
Bize mey lazım bu çağda, irade gerekmez.
Yazımız silindi, hükmümüz bozulduysa
Kimlik yüreğin aynası, makbul değilse maske gerekmez.

            Ehramların gölgesinden kovulduk, taşra düştük uygarlıktan
            Musa gel denizleri seyredelim, tenha bir mezarlıktan.

SENİN GİDİŞİNE BİR GAZEL DENEMESİ


"Sen gittin gözler ve bakışlar gitti
Ak ellere kına yakışlar gitti"

Osman Sarı

(Bir Savaşçıdır Kalbim)



Aklın en mütekâmil çağında insan temyiz gücünü yitirdi. Sarhoş meczuplar gibi dolaşıyorum sevgili. Merkezini yitirdim evrenin. Güneş gitti, karanlıkta yörüngesiz dönen yıldızlar infilâka hazır, dehşete âmâde. Sonsuz bir boşlukta yönleri unuttum, pusulamı kaybolmasın diye saklamıştım, bulamıyorum sevgili. Gözlerin nerede senin? Mecnun çöllere düşmüştü, Ferhat dağlara. Bakışlarını arıyorduk senin besbelli. Yâni ki yazgımızı. Akıbet bulamadık. Fakat unutmadım sevgili. Senin bir düşler ülkesinde yaşadığını, orada huzur ve sükûnun hüküm fermâ olduğunu biliyorum. Senin ülkende kalbi olanların, yürek taşıyanların yaşadığını biliyorum.



Sen yaşama sevinciydin düşler ülkesinde. Evreni dolduran coşkuydun sen. Her yöneliş sanaydı, senin bakışlarından başka yön yoktu. Kuşatıcıydın, genişletirdin evreni. İnsan eşyaya bakınca, insan kâinata, insan insana bakınca bereketlenir, büyürdü evren. İçgüdüleriyle değil, aşkıyla yaşıyordu insanlar. Yeryüzü ne güzeldi, gökler ne mükemmel.


Ey evrensel akıl. Senin bakışların sabitliyordu âhengi. Sevginle işlenmiş, aşkınla bezenmişti kâinat. Adâlet diyorduk, sana pervane oluşundaki mükemmelliğe evrenin. Milim şaşmadan dönmesine sonsuz sayıdaki yıldızının. Adâlet diyorduk, yerli yerindeliğine dağların, denizlerin. Yağmurun yağmasından, karın erimesine; zerrelerin hareketine kadar her bir şeye sirâyet etmiş sevgine. Biz âleme kattığın eyleme hayrandık senin. Ve aynı sevginin eseri olmakla kardeştik her bir eylemci varlığınla. Eylemsiz varlığın yoktu ki senin. "Her dem yeniden yaratılmak" bu olsa gerekti. Yâni her an sevdiğini hissetmek, sevildiğini bilmek. "Sevdim seni ey yâr; bir ben değil, âlem sana hayran diye sevdim".

Bizim bu düşsel coşkuya iştirakimiz kendiliğinden değildi sevgili. Bizi taştan, ağaçtan, kuştan, çiçekten ayrı kılan, bu küllî eyleme şuurlu katılmamızın gerekliliğiydi. Bu bizim imtihan sırrımızdı biliyorum. Bedelsiz sevgi duyulmuş şey midir? Biz yalnızca bakışlarını değil, sırrımızı kaybettik sevgili. Besbelli, başak veren buğdaylardan daha akıllı değildik. Ne kuşlar gibi uçabiliyor, ne balıkların gibi yüzebiliyorduk. Yücelttiğimiz ve sevginden yalıtılmış akıllarımızla sadece sınırlı bir taklitçi olabiliyorduk. Oysa hatırlıyorum, senin düşler ülkende senin sevgini kuşanmış âşıkların gözlerini kapayınca âlemler dolaşıyor, sularına seccâde seriyorlardı.

Senin aşkını yaşamak elbette zor işti sevgili. Mecnun olmak gerekiyordu, bazen Mansur olmak. Ama senin sevgini hissetmek bile yetiyordu mutluluğu paylaşmak ve çoğaltmak için. Seninle göz göze gelmek ne mümkün; gözlerine bakılamazdı senin, yanardık. Bakışlarının varlığını bilmek de yeterdi bize. Hem zâten sonsuz saadetlerin meczedildiği mutlak sevdâlar ülkesinin, bir düşsel yansıması değil miydi bu hayat. Mutluluğun kestirme fakat pek çetin yoluydu âşık olmak. Biz âşıkların hâlleriyle hâllenemezdik çoğu zaman. Senin âşıklarını sevmek bile mutlu ederdi bizi. Bakışlarını hissetmek için, bakışlarının değdiği bir varlığa bakmak yeterdi. Nazarlı çaylar içerdik biz, nazarlı çiçekler koklardık. Senin sevginle yek âhenk olmuş kâinattaki adâleti, şu imtihan edildiğimiz sınıfa taşımak, şu kağıda dökebilmek mutluluğun eşiğini buldururdu bize.

Biz düşler ülkesinde kutsamazdık aklı. Akıl, kalbimizi bakışlarına açmanın anahtarıydı. Akıl, kâinatın aklını başından alıp bir semâzen vecdiyle kendiliğinden döndüren, çekip çeviren sevgine katılmanın yöntemiydi. Ve biz sana izâfeten sevgiyle bakardık yaratılmışa. Bu bizim ev ödevimizdi sevgili. Gözlerimiz güzeldi, güzel ve doyumsuz bakardı. Doymak için değil, iştihayla değil; kelebeğin çiçeğe konması gibi, güzellikler tamamlansın diye bakardı. Güzel görünce şükür için secdeye kapanır, yere inerdi gözlerimiz. "Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden" öperdik biz. Büyükler elleriyle büyütür çoğaltırdı güzelliği. Kaba saba iş yapmak senin güzelliğine hürmetsizlik olurdu. Eşyayı incitmezdik elimizle, senden bir emânettir diye. Demircilerimiz bile demir döverken sanatlı vururlardı. Kirmen eğirirdi nineler, kilim dokurdu. Zanaatla sanat birdi. Yeryüzüne gelen bebeğin kulağına bir mûsikî ile senin adın fısıldanırdı ilkin ve bir mûsikî ile uğurlanırdı insan yeryüzünden. Çocukların gözleri ne güzel görürdü dünyayı. Kuşlar, kelebekler, kuzular vardı dünyada. Bir de sonsuz sanatlı çiçeklerin.

Senin adın ulu orta söylenmezdi ve söylendiği zaman ürperir de gözlerimizin bebeği, onu sakinleştirmek için sana duâlarla birlikte göz kapaklarımıza sürerdik baş parmaklarımızın üstünü. Senin sevgin üzre yaşamak bir hayat üslûbuydu. Senin sevginin alenî ve kesif bir şekilde yaşanacağı günler, sevinçleri izhar için, çoğaltmak için sevgiyi kınalar yakılırdı ellere. Bayram günleri, düğünlerde, adını duyurmaya giderken serhat boylarına... En çok da genç kızlarımız yakardı. Onlar tebessümleriyle çoğaltırlardı güzelliğini. Yarışırlardı güzelliği yaymak için. Ne hünerli elleri vardı onların. Gergeflerine dünyayı gerer, ilmek ilmek sevgiyi bezerlerdi. Güzelliği korumak ödeviydi genç kızların. Ödevini en iyi yapan, en güzel olan ve en çok sevileniydi onların. Adları Leylaydı, Şirindi, Aslıydı... Adları ne güzeldi.

Senin ülkende önce sevmek, sevdâlanmak öğrenilirdi. Çocukken masallardaki Anka kuşu, kediler, büyük annelerin seccâdesi, dedelerin köstekli saati... her bir şeyin sevilmesi gerektiği öğrenilirdi. Büyüdükçe değişirdi hayatın çehresi, özü değişmezdi. Delikanlılar yiğitliğini, silahını, atını, sazını ve pek çok gençliğe dair varlığı severdi âşikâr. Ve güzelliğin tecessüm ettiği bir ceylan gözlüyü severdi, sevdiğini belli etmeden. Sonra bebelerin kundağını, eşinin iffetini, elinin emeğini, alın terini... Ömrümüz vefâ etmiş, yaşlanmışsak çocuk olurduk yeniden. Geldiğimiz toprak tüterdi gözlerimizde. Öyle anlamlıydı ki her şey; bir çiçek, bir böcek incinse oturur ağlardık. İncinen senin ellerinmiş gibi üzülürdük sevgili. Zulüm, sömürü nedir bilmezdik. Sevgisizliğin getirdiği her kavramın yedi kat yabancısıydık.

Düşler uzun süre yaşanılacak hissi verir görülürken. Ama işte sonunda uyandık sevgili. Uyandık ki küreselleşmiş dünya. Global bir nitelik kazanmış. Uyandık ve birbirimize, çevre yanımıza bakındık. Mecnunun bir köpeğin gözlerinde gördüğünü bile göremedik. "Bir göz âşinâlığı vardı aramızda" ama birbirimizi tanımıyorduk. Ferdiyetçi, menfaatçi, egoist ve daha pek çok şey olmuştuk nasıl olduysa. Bu biz miyiz diye sorduk. Çağın gerekliliği böyle dendi bize. Bilgi çağı, teknoloji çağı, modernite... Küllî şuurdan kopmuşluğu yaşıyordu insanoğlu. Aynı sevginin eseri olmakla kardeş olduğu her varlığa, sevgini ve bakışlarını yitirince düşman olmuştu. Evrenin merkezinde birey ve onun çıkarları vardı artık.

"Yunus düşte gördü seni / sayru mısın sağlar mısın".

Kalbin, aşkın emrindeki yaşama sevincinin ülkesini düşlerinde görenler; aklın emrindeki kentlerde uyanınca temyiz kudretini yitirdiler. Çünkü burada iyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin... bütün kavramlar ters yüz edilmişti. "Seni yaşamadan olmaz" demişti şâir. Meczup tavırlı âşıkların barınamazdı senin gözlerinin ve bakışlarının doldurmadığı hayatta. Mecnun çöllerde kayboldu, Ferhat dağlara vurdu gitti, Mansurlarınsa darağaçlarına...

Beni sorma sevgili, cevap müşküldür. Ne meczup olabildim sevdâmın peşinde, ne akla bulaşabildim gerektiğince. "Allah'ım, aşkımı başıma topla" diye duâ eden kardeşim. Bu tavrını unutmuş kişiyi de duâlarına alır mısın?..




İsmail GÖKTÜRK

26 Ocak 2016 Salı

YÜK TAŞIMADIK YÜREĞİMİZDEN GAYRI


Yol
Bir güvercin bozması yürekle 
Anam sizlere kattı beni.


Geçit

Ey çetrefil yolların kılavuzu
İşaretlerini yitirdim, bekle
İzbeler kuşattı beni.


Sürgün

Kaf dağına kar yağacak
Yüreğime tüneyecek kuşlar.


Zindan

Şehri bir müşkül yönetmekteydi.
Mütegallibe korkuluklar
Uzanıp ebem kuşağını sağacak.
Teraziler dengeli, dengeler terazisiz
Korkuperestlik en yüce erdem
Bay müşkül, mefhumları azatlayacak.


Azık

Yüreğe kıvrılan merdivenler
Türkülerin tedâisiyle aydınlansın.
Dem tutsun şiir, semaver
Dergâhta mızgansın.


Yük

Omuzlarımızın çökmüşlüğü
Gametimizin eğriliği aldatmasın,
Yük taşımadık yüreğimizden gayrı...




İsmail GÖKTÜRK

HAYATA TUTUNMAK


"Sigaralar yakılır,üfürülür duvarlara
Oturulacak bir yer bulunur 
Hayatın sıfırlandığı anlara"
Efendi Hocam



Sigaralar yakılır; siper almak gibi bir şeydir sigara yakmak. Gerçek dramaların sahnelendiği bir tiyatroda seyirci olarak bulunuyorsanız, yüreğinizin kaldırmadığı yerde dışarı çıkabilirsiniz. Ya bu sahne yüreğinize kurulmuş, bütün bir "dışarı" dramaya kespetmişse... Bir çocuğun ağlaması, bir yaşlının inlemesi, bir ananın dilenmesi alışkanlığınız değilse kıskıvrak yakalanırsınız hayata; yakarsınız sigaranızı. Umutların kaybolmasını izlersiniz dumanların kıvrımında. Duvarlara çarpıp dağılan duman, hayatın gerçekliği ile örtüşür çoğu zaman. Duvar, neleri çağrıştırmaz ki insana! "At üstünde kuşlar gibi dönen" Ziya'nın atının pazara çekilmesidir. "Dağı dağa kavuşturan gün" iken, Memik Oğlan'ın "öte geçeler"de vurulmasıdır duvar. Paramparça olan umutlardır duvara çarpan duman. Ve insanların umut kırıntılarının peşindeki telaşıdır dumanın savruluşu.

Efendim, şimdi saz çalabilmeyi, hiçbir şeyi istemediğim kadar istiyorum. Ben bazen deliriyorum efendim. Halay çekmeyi bilmek istiyorum ölesiye; coşkun bir sel olup akmak için, kibriti yakmak gibi mızrabı vurmak istiyorum tellere. Yiğitlerle halay tutup mendilimi sallayınca; davul gümleyip, topuklarımı vurunca yere. Tüm kötülükler, korkup sigara kokuları gibi duvarlara sinecek sanıyorum. Küçük bir çocukken mehter bölüğüne girmek isterdim. Hayata karşı, çağa karşı ancak böyle bir duruş almak gerektiğini düşünürdüm: Pervasız, yiğit, vakur... Dimdik bir baş, derviş bir gönülle kudüm çalarak, kös vurarak ilerlemeliydim; meydan okumalıydım çaresizliğe, erdemsizliğe, insana musallat olan her kötülüğe.

Bazen bir ışıltı yakalarsınız bir bebeğin gözlerinde; gül yanaklarında muştular vardır size. Bazen bir ninenin, entarisinin cebinden çıkardığı şekerleri "kuşlar size şeker getirmiş" diye torunlarına verişini izlersiniz hayretle. Bazen bir kelebeğin uçtuğunu yalnızca siz farkedersiniz. Bir kar çiçeğinin kış boyu işyerinizin girişinde sizin için açtığını düşünürsünüz. Ne hoş kokuşludur o çiçek. Bazen bir efendi hocam, size bir dörtlük yazıp uzatır, şerhedesiniz diye. Şerhinize güvenilmesi, ne sağlam dayanaktır bilirseniz. Bazen bir has dostunuzun, "devlet hiç aşık olmamıştır, elleri cebinde yağmurda ıslanmamış, bir sigara yakıp türkü dinlememiştir" yazan bir denemeyi, sizinle paylaşmak için getirip karşılıklı birer "cıgara" yakarak okuması ne müthiş mutluluktur. Bazen, telefonun öbür ucundaki şair dostun, aşina "çay hazır İsmail" diyen sesini duymak, ne büyük güzelliktir. Bazen bir ezan sesiyle dalıp o ses kadar ahenkli, lirik, coşkun bir insanlık medeniyetini yeniden kurmak, ne mükemmel düştür efendim...

Ama bütün bunlar hep "bazen" oluyor; kalıcı olan hep diğeri. Çoğu zaman ölesiye yazmak, yazabilmek istiyorum efendim. "Okuyacağım aney, büyük adam olacağım" diyen şair gibi sesleniyorum kendime. "yazacağım aney". Hayatı yeniden dönüştürmek, kendisi olma bilgisine ulaşmak istiyorum. Aslında hayata tutunmak istiyorum efendim. Tutunabildiğim bir hayatı biriktirmek istiyorum içimde. Saz çalmayı da bunun için istiyorum, şiir okumayı da... Ben bazen deliriyorum efendim. Kişisel menkıbelerini yaşamadan öldüğüne inanıyorum insanların. Kendisi olmadıklarını, toplumsal bir malzeme yığınına dönüştüklerini sanıyorum. Bütün kitapları bir çırpıda okumak geçiyor içimden. İnsanların biriktirdikleri hayat bilgisine ulaşmak, hayatın işleyiş kurallarını deşifre etmek istiyorum. Bazen kör bir kuyunun içine düşer gibi, bazen geniş bir ferahlama duygusuyla kader geliyor aklıma; herkes gibi inanıyorum kadere bilmeden. Kader, zulüm, adalet... 

"Sigaralar yakılır/ üfürülür duvarlara". Demli çaylar gibi buğuludur yürekler. Hayatın manası vardır veya yoktur. Hayatı dönüştürmek -ama kendi içinde- belki mümkündür. Dönüşünce ne olacağı muhaldir. Söz tükenmiştir. "Oturacak bir yer bulunur/ Hayatın sıfırlandığı anlara". Saz başlar inceden; serersiniz sofranızı; içinizde biriktirdiğiniz hüznü, inlemeyi dökersiniz orta yere. Sigaranızı, sazın perdelerinde genişleyen, derinleşen hayata tutunmak için yakarsınız. "Sermayem dilimde bir ah kaldı". Hayat bir şekilde yaşanıyor zahir!


İsmail GÖKTÜRK

DOSTUN DAVETİNE ZAMAN OLUR MU?



(DOSTUN DAVETİNE BİR DERKENAR)


Kenti tanıyorsun dostum, kentlileri de. Kaşların çatık dolaşıldığı yerden bahsediyorum. Yüzlerin belli belirsiz aydınlanmasının "selam" yerine geçtiği yerden. Anlayacağın bir keşmekeşin yaşanıldığı, "keş" olmaktan başka insâni eylemin üretilemediği yerden. Evin, sokağın, "absürd" ilişkilerin tasallutunda olduğu bir çağda esrûk dolaşan beni, ayağı dolaşan, kafası karışan beni; ya sazlardan boşalmış, lav gibi geçtiği yeri eritip giden bir Anadolu ağıtı veya "ey çağının karanlık ruhunda alınyazısını arayan İsmail!" diye çağıran bir dost uyandırabilirdi. "Dost". Dost, bu kelime ne efsunlu. İnsanoğlunun yeryüzü macerasında en kalabalık sahne yaşanırken, saatlerin her dakikası bir yalnızlık gongunu vuruyordu. İnsanların sol böğründe yürek yoktu artık dostum. Birer darağacı duruyordu yüreklerin yerinde. Çağın aksesuarıydı darağacı. Pir Sultan'ı olamamıştık çağımızın. Darağaçlarına eyvallah etmek, nâmerde muhtaç olmak gibiydi. Bir dostun çağrısına belki karşı durmak olurdu, ama bu karşı oluş göğüslerimi sahil etmek, dâvetinizi sevdama sarmaktan başka birşey olamazdı.

Hoylu Bey'i, Demircioğlu'nu Koç Köroğlu çağırır da durmak olur mu? Köroğlu'nu Çamlıbel çağırır da kalmak olur mu? Adama dağlar ses verir de, adam meleyip gitmez mi çağrıldığı seslerin peşisıra? Çatık kaşlı, mütegallibe kent insanlığından, dağların alnı geniş, mert adamlığına dâvet olur da "hay hay" denmez mi? Bilirsin, âşinasıyım dağların, kırk yıl Ferhadlığını yaptım, dost. "Başı dumanlı aladağların" değil, kentlere taşınmış, sentetik dağların Ferhadlığını. Dağ türkülerini en iyi bilen âcizane ben değil miyim? Dağların yalnızlığını, kimsesizliğini taşımadım mı yıllar yılı mekânlarınıza? Dost, külüngüme omuz verdiğinizi unutmadım. Külüngümü de... Ferhad'ın serencâmı, kentli ayıplarına bulaşmak olmamalıydı, biliyorum.

Beni eylemlere çağır dost. Bir zula mekânda iki bardak demli çay içmeye. Kent sloganlarından uzakta, bir sazın tellerinde kendimizden / kentliliğimizden geçmeye çağır beni. "Erdem Köprüsü"nde okunacak şiirler, ıslanacak yağmurlar var. Kalbimin şiirlerini, "Taş Gazeli"ni okumayı özledim, dost. Kent meşgalelerinde bir disket gibi sıkıştırılmış yüreğimi aç. Beni insâni eylemlere çağır, dost. Evrensel nutuklara değil. Bir tebessümün ışığında yanmaya çağır. "Sen hangi eylemi başarabildin ki" deme. Biliyorum, saz çalmayı öğrenemedim; halayda destebaşı olamam, sen yine de çağır beni. "esrârı aczine mâtuf" olan bu dostun, bakarsın bir ilhama mazhar olur.

Dost, senin dâvetine mazeret üretmem. İnsanlar evrensel zaaflarının gereğini yerine getirmek için, sıcak odalarında, başkalarının zaafları üzerine kurulmuş eğlence programlarını izlerken; ben, hasta yataklarından kalkıp, yağmurun sokak lambalarının ışığında seçgelleştiği, iplik iplik yağdığı vakitler bir meczup sevk-i tâbisiyle bulunduğunuz zula mekânlara koşarım. Dost, henüz sana ulaşmadan her oluşu, her kımıldanışı yeniden mânâlandırırım. Sana yürümek, Yemen'e gitmektir yeniden. Yağmurda ıslanmak, bir savaş gâzisinin aldığı yaralardan duyduğu gurur gibidir. Kendimize eziyet, kent insanının mazoşist duygularıyla benzeşmez. Yağmurda ıslanmak, sefil Anadolu insanının hüznünü paylaşmaktır. Islanmak, bir karıncanın incinmişliği, bir çiçeğin örselenmişliğidir. Hele kar yağıyorsa dostum, bu kent insanının nostaljisi asla değildir. Kar altında kalmak, yedi iklim, üç kıta yetim düşmüşlüğümüzdür. "Züğürt Ağa" misâli, koskoca bir medeniyetin yoksulları oluşumuzdur. Sana gelirken, bir kardelen çiçeği olurum ben, dost. Ya kar olurum / Yakar olurum; Ya kardelen / Yakar delen olur gelirim dost.

Sana geldiğim zaman donanımlı olurum. Sana gelmek, bir tâlim meselesidir. Hayatı her an yeniden yorumlamaya, her birşeyi yeniden mânalandırmaya tâlimli değilsen, sana yine gelirim, dost. Seninle belki bin kere dinlediğimiz bir türküyü ilk defa dinliyormuş gibi bir kez daha özümsemek, Anadolu'nun bin yıllık duyuşlarını yeniden yaşamak, beni hayat karşısında mukâvemetli kılar.

Sana gelmek yaşama sevincidir. Sen insana erdemlerini hatırlatırsın. Eşyalarının değeri arttıkça, dostlarının değeri azalan kent insanlarından kaçarak, kentin süflî çehresinden soyutlanarak gelirim sana. Sana gelirken kentli oyuncaklarını getirmem. Araba markalarından, inşaat maliyetlerinden, ücret artışlarından bahsetmem örneğin. Ben boşboğazlık edip öyle kentli ayıplarına düşersem, sen bana sorarsın:
Eğri odun mu taşıyorsun / Odunları mı eğri taşıyorsun?
Yaşadığın için mi varsın / Var olduğun için mi yaşıyorsun?

"Kişisel menkîbe"mi ararken dost, senin sesin kılavuz olur bana. Irmaklar denize ulaşmak için nasıl seçerse mecrâlarını, ben de öyle seçerim yüreğindeki ummana giden yolu. Bu yol tıpkı ırmakların mecrâsı gibi dolambaçlı olur belki. Olsun varsın. Sürekli bir akış için sokaklardan, duraklardan, mâişet kapılarından geçer de gelirim. Menkîbeme ufuk açmak, ufuklarda buluşmak için sen yeter ki "gel" de bana, bir yolunu bulur gelirim.


Leylâ'da değilim dost, lâkin çöle çağırırsan Mecnun olur gelirim. Sana "yalan" halde gelmem, toplarım özümü "yalın" halde gelirim. Kapıyı çaldığımda "kim o" dersen, "sensin efendim" derim. Ben olmam kapında, "sen" olur gelirim. Sen "gel" de yeter ki, yola yük olmam, "yol" olur gelirim. "bu ayda olmazsa gelecek ayda, on bir ayın birinde" demem; davetin bana erişmeden sezer gelirim. Ayık kafayla gelemezsem, bağışla, sızar gelirim efendim...



İsmail GÖKTÜRK

TÜRKÜ YAZILARI


Muhterem Hocam Muzaffer GÖZÜKARA'nın
Türkü Yazıları isimli manzumesine âcizâne bir şerhtir

Yüreği ağzına kadar doluydu...

Azık olarak çileyi ve aşkı almıştı. Hayatı idâme ettirmenin gerek ve yeter şartı, ekmek su gibi katıksız nimet olan çile ve aşk... "Uzun İnce bir yolda" toza toprağa belendiği yer Anadoluydu.

Yüreği ağzına kadar doluydu. Bir kelam, bir nazar, bir şekil mızrap olup ezgilerin sıkıştırdığı yüreğe dokunmuş olsaydı, ebediyete gerilmiş teller, bir bir kopacaktı. "Bir türkü" diyordu. Şehâdet makamına bir adım kala, gözlerinde "bir yudum su" feryadıyla kıvranan bir yaralının sancısıyla, "bir türkü" diyordu. Kanayan bir yaraydı yürek, bir türküyle dağlanmalıydı. Yumdu gözlerini. Sırılsıklam sevdalı, tutundu bir allı turnanın kanatlarına.

Adı "ana"ydı kadının. Yıllar var ki, bir haber alamamıştı Yemen'e yolladığı yavrusundan. Büyütüp beslemiş, esker eylemişti. Bir döneydi yavrusu elleriyle yedirecekti, tandır kömbelerini. Kaygana yapacaktı, bir tas da ayran. Öpüp koklayacaktı sonra. Dönüp gelebilenler, "bir çift potinle bir de fes", bir ağıtlık nefes getirmişlerdi ondan. Ana, şehâdete duyduğu müebbet ihtiramla yüreğinin ortasına yerleştirdi acısını. Türkülerin hasını yaktı oğluna. Oğluna ve onun şehit dostlarına...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Yaranın kanı durmamıştı. "Bir türkü" diyordu, mehterin serhat boylarında vurduğu. Kılıcının şavkıyla aydınlanan delişmenlik çağlarından arta kalan türkü. Üzengiye bastı mı eyere yerleşmeden Tuna'yı aştığı zamanların türküsü. Kadırgaların kalyonlara rampasında denizler çatırdarken bir leventin dilinde titreyen türkü. "Yiğit olan döne döne dövüşür" diyen türkü...

Kan kesif bir halde akmaktadır. Serin demir yarayı dağlayamamıştır. "Toprağa basmalıdır deli gönül" Bazen çöllerde isimsiz bir mezar, bazen sularda kefensiz şehit, bazen çemberde amansız bir yiğit olmalıdır. Yangınlar içinde uzayan çöle, bir yayla pınarı gibi akmalıdır kanı. Sarıkamış'ta "Kar Çiçekleri"ne dönüşmelidir; bir kartal olmalıdır "Dargo"da. Kafkas dağlarını moskof'a zindan etmelidir. Sonra, yönünü çevirdiğin her sınır cephe olmalıdır. Trablusgarp'tan, Mısır'dan, Filistin'den, Suriye'den, Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan kan revan içinde düşmelidir Anadolu'ya. Anadolu, binyılın kalesi, düşmelidir yeniden alınmak için...

Bir yiğittir o. "Adı yiğitlerle okunur". Kıtlığı, seferberlik yıllarını yaşamıştır. Evdeşini ellerinin kınası kurumadan Allah'a emanet edip düşmüştür yollara. Sırtında boyundan büyük mavzeri taşımaktan yorgun düşünce, bağdaş kurup bir küflü ekmek olan tayını yerken "cepheye varmadan şehit olmasam" diye dua etmiştir. Boynu bükük uçmuştur göllerden sunalar ve dönmemişlerdir. Sonra bir karayılan gibi çöreklenmiştir memlekete zulüm. Gâvur Müslüman bellisiz olduğunda darağaçlarında ıslıklanan rüzgâr garip bir türkü. Gözyaşı bir türkü, hep yaşlı bir türkü, bir gönül türküsü, bir ayrılık türküsü, bir verem türküsü, bir tükeniş, bir ölüm türküsüdür...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Kan kesilmek bir yana, şorlamaya durmuştu. "Aman bir türkü" diyordu. Bir âh türküsü. Varılmak istenen varılamayan, olunmak istenen olunamayan, ölünmek istenen ölünemeyen bir türkü...

Yetimlerin yoksulların yurdu olduğu kadar, vurguncuların, yağmacıların da yurdudur Anadolu. "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" düşmüştür. Adı, Müslüman Anadolu insanının öteden beri yavrularına vurduğu isimlerden bir isimdir. Yapılan taksimde ona, rızkını el aralıklarında ahır temizleyerek, itilip kakılarak kazanmak düşmüştür. Ayak yalın baş açık çobanlık yapan kardeşinin kavalında, anadan yetim, babadan yetim, bayramda eli öpülecek kimsesi olmayan bir türkü çalar...

Anadolu'nun çehresi değişmiştir. Drama köprüsü nerdedir bilmez çocuklar ama Hasan'ı tanır. Silahlar oyuncakçıda satılır, ama Hasan'ın "martini" satılmaz. Tuna'nın inadı kırılmıştır, artık akmam diyemez. Sivastopol önündeki "Yıkık Minare" ne olmuştur kimbilir. Kağnılar, Çete Bayramlarında asfalt yollardan geçirilir. Çetelerin, efelerin, zeybeklerin türkülerinde ezgisi vardır kağnı gıcırtılarının. Koca bir hüzün medeniyetinden geriye, kala kala türküler kalmıştır. Bu yarayı hem kanatan, hem dağlayan, hem onacak olan türküler. "Ne şirin dert bu, dermandan içeri"...

Dün olduğu gibi insan, bizim insanımız, türkü, bizim türkülerimizdi. Bu sazın telleri hüzne, gurbete, hasrete, aşka akortluydu. Yani insana özgü değerlere. Ama kan hiç durmadan akıyordu. Yara belki kurşun yarasıydı, belki sevda yarası, belki yoksulluk, belki bir söylenmez, adı anılmaz yara. "Bir türkü diyordu." "Harmanı yanan bir ihtiyarın yoksulluğunca yanan" bir türkü. Köyünden toprağından kopup üç kuruşluk helal lokma ya da üç kuruşluk tahsil uğruna şehirlerde yokluk perişanlıkla türlü hastalıkların pençesinde can veren "Celal oğlanların" türküsü. Kuru yerde yatan, ayağına dikenler batan, soğuk sularla yunulan bir türkü...

Kan durur gibi olmuştu. Saz durmamalıydı. "Benim sadık yarim" diyerek toprağa yürümeye vurmalıydı. Bir mezar türküsü vurmalıydı, üzeri otlar kaplı, bir Fatiha'ya muhtaç, bir duâya hasret olmanın türküsünü vurmalıydı...


Kan durmuş, yürek yorulmuştu. Mızrap sazın son telinde Anadolu'yu ve Anadolu insanını anlatıyordu. "Bir türküyüm ben, adı sanı bilinmeyen, dillere hiç düşmeyen, sazı sözü olmayan, hiç olmayan bir türkü..."




İsmail GÖKTÜRK