"Sen gittin gözler ve bakışlar gitti
Ak ellere kına yakışlar gitti"
Osman Sarı
(Bir Savaşçıdır Kalbim)
Aklın en mütekâmil çağında insan temyiz gücünü yitirdi. Sarhoş
meczuplar gibi dolaşıyorum sevgili. Merkezini yitirdim evrenin. Güneş gitti,
karanlıkta yörüngesiz dönen yıldızlar infilâka hazır, dehşete âmâde. Sonsuz bir
boşlukta yönleri unuttum, pusulamı kaybolmasın diye saklamıştım, bulamıyorum
sevgili. Gözlerin nerede senin? Mecnun çöllere düşmüştü, Ferhat dağlara.
Bakışlarını arıyorduk senin besbelli. Yâni ki yazgımızı. Akıbet bulamadık.
Fakat unutmadım sevgili. Senin bir düşler ülkesinde yaşadığını, orada huzur ve
sükûnun hüküm fermâ olduğunu biliyorum. Senin ülkende kalbi olanların, yürek
taşıyanların yaşadığını biliyorum.
Sen yaşama sevinciydin düşler ülkesinde. Evreni dolduran coşkuydun sen. Her
yöneliş sanaydı, senin bakışlarından başka yön yoktu. Kuşatıcıydın,
genişletirdin evreni. İnsan eşyaya bakınca, insan kâinata, insan insana bakınca
bereketlenir, büyürdü evren. İçgüdüleriyle değil, aşkıyla yaşıyordu insanlar.
Yeryüzü ne güzeldi, gökler ne mükemmel.
Ey evrensel akıl. Senin bakışların sabitliyordu âhengi. Sevginle işlenmiş,
aşkınla bezenmişti kâinat. Adâlet diyorduk, sana pervane oluşundaki mükemmelliğe
evrenin. Milim şaşmadan dönmesine sonsuz sayıdaki yıldızının. Adâlet diyorduk,
yerli yerindeliğine dağların, denizlerin. Yağmurun yağmasından, karın
erimesine; zerrelerin hareketine kadar her bir şeye sirâyet etmiş sevgine. Biz
âleme kattığın eyleme hayrandık senin. Ve aynı sevginin eseri olmakla kardeştik
her bir eylemci varlığınla. Eylemsiz varlığın yoktu ki senin. "Her dem
yeniden yaratılmak" bu olsa gerekti. Yâni her an sevdiğini hissetmek,
sevildiğini bilmek. "Sevdim seni ey yâr; bir ben değil, âlem sana hayran
diye sevdim".
Bizim bu düşsel coşkuya iştirakimiz kendiliğinden değildi sevgili. Bizi taştan,
ağaçtan, kuştan, çiçekten ayrı kılan, bu küllî eyleme şuurlu katılmamızın
gerekliliğiydi. Bu bizim imtihan sırrımızdı biliyorum. Bedelsiz sevgi duyulmuş
şey midir? Biz yalnızca bakışlarını değil, sırrımızı kaybettik sevgili.
Besbelli, başak veren buğdaylardan daha akıllı değildik. Ne kuşlar gibi
uçabiliyor, ne balıkların gibi yüzebiliyorduk. Yücelttiğimiz ve sevginden
yalıtılmış akıllarımızla sadece sınırlı bir taklitçi olabiliyorduk. Oysa
hatırlıyorum, senin düşler ülkende senin sevgini kuşanmış âşıkların gözlerini
kapayınca âlemler dolaşıyor, sularına seccâde seriyorlardı.
Senin aşkını yaşamak elbette zor işti sevgili. Mecnun olmak gerekiyordu, bazen
Mansur olmak. Ama senin sevgini hissetmek bile yetiyordu mutluluğu paylaşmak ve
çoğaltmak için. Seninle göz göze gelmek ne mümkün; gözlerine bakılamazdı senin,
yanardık. Bakışlarının varlığını bilmek de yeterdi bize. Hem zâten sonsuz
saadetlerin meczedildiği mutlak sevdâlar ülkesinin, bir düşsel yansıması değil
miydi bu hayat. Mutluluğun kestirme fakat pek çetin yoluydu âşık olmak. Biz
âşıkların hâlleriyle hâllenemezdik çoğu zaman. Senin âşıklarını sevmek bile
mutlu ederdi bizi. Bakışlarını hissetmek için, bakışlarının değdiği bir varlığa
bakmak yeterdi. Nazarlı çaylar içerdik biz, nazarlı çiçekler koklardık. Senin
sevginle yek âhenk olmuş kâinattaki adâleti, şu imtihan edildiğimiz sınıfa
taşımak, şu kağıda dökebilmek mutluluğun eşiğini buldururdu bize.
Biz düşler ülkesinde kutsamazdık aklı. Akıl, kalbimizi bakışlarına açmanın
anahtarıydı. Akıl, kâinatın aklını başından alıp bir semâzen vecdiyle
kendiliğinden döndüren, çekip çeviren sevgine katılmanın yöntemiydi. Ve biz
sana izâfeten sevgiyle bakardık yaratılmışa. Bu bizim ev ödevimizdi sevgili.
Gözlerimiz güzeldi, güzel ve doyumsuz bakardı. Doymak için değil, iştihayla
değil; kelebeğin çiçeğe konması gibi, güzellikler tamamlansın diye bakardı.
Güzel görünce şükür için secdeye kapanır, yere inerdi gözlerimiz.
"Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden" öperdik biz. Büyükler
elleriyle büyütür çoğaltırdı güzelliği. Kaba saba iş yapmak senin güzelliğine
hürmetsizlik olurdu. Eşyayı incitmezdik elimizle, senden bir emânettir diye.
Demircilerimiz bile demir döverken sanatlı vururlardı. Kirmen eğirirdi nineler,
kilim dokurdu. Zanaatla sanat birdi. Yeryüzüne gelen bebeğin kulağına bir
mûsikî ile senin adın fısıldanırdı ilkin ve bir mûsikî ile uğurlanırdı insan
yeryüzünden. Çocukların gözleri ne güzel görürdü dünyayı. Kuşlar, kelebekler,
kuzular vardı dünyada. Bir de sonsuz sanatlı çiçeklerin.
Senin adın ulu orta söylenmezdi ve söylendiği zaman ürperir de gözlerimizin
bebeği, onu sakinleştirmek için sana duâlarla birlikte göz kapaklarımıza
sürerdik baş parmaklarımızın üstünü. Senin sevgin üzre yaşamak bir hayat
üslûbuydu. Senin sevginin alenî ve kesif bir şekilde yaşanacağı günler,
sevinçleri izhar için, çoğaltmak için sevgiyi kınalar yakılırdı ellere. Bayram
günleri, düğünlerde, adını duyurmaya giderken serhat boylarına... En çok da
genç kızlarımız yakardı. Onlar tebessümleriyle çoğaltırlardı güzelliğini.
Yarışırlardı güzelliği yaymak için. Ne hünerli elleri vardı onların.
Gergeflerine dünyayı gerer, ilmek ilmek sevgiyi bezerlerdi. Güzelliği korumak
ödeviydi genç kızların. Ödevini en iyi yapan, en güzel olan ve en çok
sevileniydi onların. Adları Leylaydı, Şirindi, Aslıydı... Adları ne güzeldi.
Senin ülkende önce sevmek, sevdâlanmak öğrenilirdi. Çocukken masallardaki Anka
kuşu, kediler, büyük annelerin seccâdesi, dedelerin köstekli saati... her bir
şeyin sevilmesi gerektiği öğrenilirdi. Büyüdükçe değişirdi hayatın çehresi, özü
değişmezdi. Delikanlılar yiğitliğini, silahını, atını, sazını ve pek çok
gençliğe dair varlığı severdi âşikâr. Ve güzelliğin tecessüm ettiği bir ceylan
gözlüyü severdi, sevdiğini belli etmeden. Sonra bebelerin kundağını, eşinin
iffetini, elinin emeğini, alın terini... Ömrümüz vefâ etmiş, yaşlanmışsak çocuk
olurduk yeniden. Geldiğimiz toprak tüterdi gözlerimizde. Öyle anlamlıydı ki her
şey; bir çiçek, bir böcek incinse oturur ağlardık. İncinen senin ellerinmiş
gibi üzülürdük sevgili. Zulüm, sömürü nedir bilmezdik. Sevgisizliğin getirdiği
her kavramın yedi kat yabancısıydık.
Düşler uzun süre yaşanılacak hissi verir görülürken. Ama işte sonunda uyandık
sevgili. Uyandık ki küreselleşmiş dünya. Global bir nitelik kazanmış. Uyandık
ve birbirimize, çevre yanımıza bakındık. Mecnunun bir köpeğin gözlerinde
gördüğünü bile göremedik. "Bir göz âşinâlığı vardı aramızda" ama
birbirimizi tanımıyorduk. Ferdiyetçi, menfaatçi, egoist ve daha pek çok şey
olmuştuk nasıl olduysa. Bu biz miyiz diye sorduk. Çağın gerekliliği böyle dendi
bize. Bilgi çağı, teknoloji çağı, modernite... Küllî şuurdan kopmuşluğu
yaşıyordu insanoğlu. Aynı sevginin eseri olmakla kardeş olduğu her varlığa,
sevgini ve bakışlarını yitirince düşman olmuştu. Evrenin merkezinde birey ve
onun çıkarları vardı artık.
"Yunus düşte gördü seni / sayru mısın sağlar mısın".
Kalbin, aşkın emrindeki yaşama sevincinin ülkesini düşlerinde görenler; aklın
emrindeki kentlerde uyanınca temyiz kudretini yitirdiler. Çünkü burada iyi
kötü, doğru yanlış, güzel çirkin... bütün kavramlar ters yüz edilmişti.
"Seni yaşamadan olmaz" demişti şâir. Meczup tavırlı âşıkların
barınamazdı senin gözlerinin ve bakışlarının doldurmadığı hayatta. Mecnun
çöllerde kayboldu, Ferhat dağlara vurdu gitti, Mansurlarınsa darağaçlarına...
Beni sorma sevgili, cevap müşküldür. Ne meczup olabildim sevdâmın peşinde, ne
akla bulaşabildim gerektiğince. "Allah'ım, aşkımı başıma topla" diye
duâ eden kardeşim. Bu tavrını unutmuş kişiyi de duâlarına alır mısın?..
İsmail GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder