3 Şubat 2016 Çarşamba

ÇOCUK EY ÇOCUK


Ay yansıyacak bir alem arıyor 
Gümüş alnını aya sunsana çocuk. 

Ay gümüş sofralarda çocukları ağırlıyor 
Bizim yüzümüz eskidi, ay ihtiyarlıyor. 

Ay öpüyor seni yanaklarından 
Aya bir kez dokunsana çocuk. 

Sen bir paratonersin, bilmezsin 
Kötülüğü nasıl izâle ettiğini. 
Sen bir fenersin ıssız koylarda 
Uzak ilhamlardan yüreğime 
Bir görünür bir sönersin. 
Sen bir gümüş paratonersin 
Bilemezsin gücünün nelere yettiğini. 

Ay ihtiyarlamış, ap ak saçlarını tarıyor 
Çocuk, gümüş tuğlu ordular sende gücünü arıyor. 

Karanlığın göğsüne yaslanmışsın 
Gümüş bakışlarının yalazı titrek 
Çocuk, bu gün sen ağlamış, ıslanmışsın 
Uzat ellerini semâya, bize ellerin gerek. 

Ay düşüyor, ayı tutsana çocuk 
Biz ağlamaklı olduk, avutsana çocuk



İsmail GÖKTÜRK

NEFES

-Ali Yurtgezen Hocama hürmetle-

                                                                   
                            “Merhamet et her şeye agâhım Ali
                                              Var mı senden başka söyle, ilticâgâhım Ali”
                                                                                               Neyzen Tevfik


Ehli hâl değilim, esrârı kapalı semânın
Esmâya muhatap âdem olamadım Ali.
Pür kusurum hem pişman, şâkisiyim daru’l emânın
Dünyaya yüzüstü düşmüşüm, doğrulamadım Ali.

                        Bunca yıl kapındayım, yine ağyârım Ali
                        Nâçârım, eşiğinden geçmedi âhu zârım Ali

Rind-i Kerbelâ iken dilencisiyim dergâhının
Ahvâl-i arza ne hâcet, müşkilim sana âyandır.
Meczûbuyum, hayrânıyım ilm-i ledün mâhının
Ahâlî ta’n eylemiş, hâlim ehl-i irfâna tuğyandır.
                        Kuşatılmış sadrım, hem zebûnum, dermânım Ali
                        Nedâmetten melâmete kalbet fermânım Ali

Mâsivâ pazarında rüsvâyım, gönül âyinem kırıldı
Azatsız köleni gör, kaç efendiye satılmışım Ali.
Unuttum erkânı, sıdk-ı sıfatım özümden ayrıldı
Yüzgeri etmeden sor, kaç kapıdan atılmışım Ali.

                        İkrârımdan hezâran dönmüşüm, arsızım Ali
                        Aramam senden gayrı melce’, umarsızım Ali




İsmail GÖKTÜRK


KELİMELERLE YÜRÜMEK


Sana kelimeler sunmak isterdim
Sözden sükûttan öte, lâl.
Sana götürmeseydi kelimelere küserdim
Kelimeler ki soramaz hâl üzre suâl.

Turna kanatları, karanfil yaprağı üzre
Serin selviler. Mezar toprağı üzre
Güvercin bakışları, yürek sunağı üzre
Melâlime bigâne, kelimeler ki kıyl-ü kaal

Sersefil bir kalbi avuçlarına sunmalıyım
Bir ağıt olup, yüreğinde avunmalıyım
Çağın ithamlarına hâlimi nasıl savunmalıyım
Kelimeler ki hani, anamın ak sütünce helâl?

Dost sana kelimeler sunmak isterdim
Sevdâlı, kalender, kırılgan, cevvâl.
Dost seni buyur ettim, soframı serdim
Kelimeler ki acıdır, edilmiyor hasbihâl



İsmail GÖKTÜRK

GÜLÜN ÇAĞRISI



“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”


Senin kalbin ki, bir gül coğrafyasıdır. Hayata bir gül goncası olarak gelmenin ve bir gülün sürgünlerini yeryüzü coğrafyasına, yani ki kalbinin coğrafyasına taşımanın adıdır yaşamak. Şimdi hangi hıdırellez gecesi, kimbilir hangi gül dalına bağlı kaldı yüreğimizin menkıbesi sevgili. Senin kalbin ki yedi iklim üç kıta bir gül bahçesiydi. Sabahları, bir gülün açılması gibiydi; hayat, bir hüseynî fasıl. Senin görkemini kuşanırdı kâinat bir gülün güzelliğinde. Gül, güllerin en şereflisi, iki cihanın efendisi Resulullah’ın teriydi. “Terlese güller olurdu her teri / Hoş dererlerdi terinden gülleri”. Ve gül eksenli bir medeniyetin hakim kılındığı yeryüzünde her gül açıldıkta, peygamberî bir neşve sarardı kullarını. Senin coğrafyanda kulların aşk sarhoşuydu. Gül kokularında cezbeyle yaşarlardı hayatı. Coşkun ırmaklar gibi akardık sevgili. Yakıp yıkarak değil, mamur edip yücelterek. Bir gül ülkesi ki, her şey gül renginde, her şey gül yumuşaklığında, gül tadında, gül kokusunda, gül cazibesinde, gül havasında.. Taşı toprağı güldür bu diyarın. Çarşısında pazarında hep gül vardır. İnsanlar yalnızca “gül alır gül satarlar”. “Gülden terazi tutarlar”. Dahası “gülü gül ile tartarlar”. Biz ülkeleri alır, gül bahçesi yapardık sevgili. Büyüklerimiz vasiyetinde “İslâmbol’u aç, gülzâr yap” derdi. Gül, senin adına bismillah çekerek gülzâr yaptığımız bir coğrafyanın hayat üslûbuydu sevgili.

Şimdi “her yer Kerbelâ”. Şimdi bir çocuk ve bir annenin yüreği paramparçadır bir tarlada. Amcalar mayın döşemiş gece parklara. Tankların istilasında şimdi sokaklar. Çocukların ellerinde bir avuç taş, hem oyuncakları hem silahlarıdır şimdi. Mayınlar ve tanklar pusuda bekliyor. Şimdi küresel efendiler, çocukların gözlerindeki gülgûn bakışı, yanaklarındaki gül gamzeleri soldurdular. Şimdi insanlık bir cinnete sürgün sevgili. Senden bir vedia olan kulların sersefil savruluyor cinnetin rüzgarında. Senin yüreğinin coğrafyası talan edildi sevgili. “Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin / Bülbül hamûş, havz tehî, gülistan harab”.

“Güller yine tomurcuktur izin ver açsınlar / Günlerce gül yüzün görmek için bekler gel”. Şimdi “Ali olmaktan bir sedef her çocukta”. Şimdi Ali, yine bir kırata binip gelir değil mi sevgili. Layık olma erdemini gösterdiğimizde, karların eridiğinde gül tomurcuklarının kokusuyla gelen baharı duyarız değil mi sevgili. Gülle başlarız söze sohbete, atalara uyarak. Ataların yüzünde bir tebessüm cennet misal açılır değil mi sevgili.

Şimdi bir çocuğun, parkta donarak öldüğünü bir çocuğun sana nasıl duyurduk sevgili. Şimdi donmuş, kurşunlanmış, mayına basmış çocuklarını sana duyurmadan nasıl gömeriz. Yüreğimizi nereye gömeriz sevgili.

“Gel gül çağına çek bizi gül çağına”. Özsuyu çekilmiş gibi merhametsiz, sevgisiz, kupkuru bir dünyanın zulmünü çekemez oldu omuzlarımız. Bize gülün kokusunu gönder, gülün hil’atini giydir bize, bizi sevindir efendim. “Seni nasıl çağırsak bize ses ver ey / Biz bunca toplandık bunca yürek seni bekler gel”.

Şimdi terkedilmiş yaşlı bir dede, gözleri dopdolu, senin ülkendeki kuşlardan haber bekler. Şimdi bir anne, bir sokağın tenhasında ekmek parası ister yüzünün suyunu dökerek. Şimdi bir sürü çocuk, sokak çocuğu, parklarda garip. Şimdi şakağı ağarmış bir baba, sevinci ve mutluluğu kucaklayıp götüremiyor evine. Şimdi gençler, dünyanın gerçekliğinden habersiz, figüranlarıdır küresel oyunların. Şimdi sokaklar dolusu çocuk, çığlık çığlığa arayışta. Biz bunca toplandık sevgili. Hâllerimiz sana malum. Bize özlediğimiz kokuyu gönder, âşina olduğumuz renge büründür bizi. Gül çağında cem eyle...

“Gülün çağrısı”, özlediğimiz medeniyetin sesi. Sevgilinin sesi. Gül bahçesine, gül medeniyetine çağıran ses. Adama güller ses verir de durmak olur mu. Bir medeniyetin çağrısını duymazlıktan gelmek olur mu. Değerli ağabey, güzel insan Osman Nalbant’ın prodüktörlüğünde Semerkant Yayıncılıkta çıkan bir seri gül demetidir, tasavvuf ilahilerinden oluşan kasetlerdir “Gülün çağrısı”. Fazla söze ne hacet. Duyalım ve duyuralım, eğer sevgiliye ve onun çağına özlem duyuyor ve yeniden onun çağında olmak istiyorsak. 




İsmail GÖKTÜRK

GİDELİM, MÜSAADE GEREKMEZ


Yürek rutubet aldı, feleğin mühleti doldu
Geçti şarap mevsimi, parklar tenha değil.
Ben dağlara yanmıştım, Musa ırmaklara vuruldu
Bu şarkılara içilir mi Musa, bu çalan bizim hava değil.
           
            Şimdi kentler, kamusal alanlarında üşüyor
            Musa, dünyanın çözülen büyüsüne dipnot düşüyor.

Biz çarpıp çıkalım kentin kapılarını
Gemileri limanlarında bu şehrin, kim yakarsa yaksın.
Sen ıslık çalmayı bilirsin, söyle artık şarkılarını
Gir koluma Musa, hayaletlere çarpacaksın.

            Bütün kaleler düşüyor Musa, sıyrılıyor erdeminden
            Hüzün karlı dağlar ardında, çıktı insanın gündeminden.

Alnımıza meczup, sadrımıza mefluç yazıldıysa
Bize mey lazım bu çağda, irade gerekmez.
Yazımız silindi, hükmümüz bozulduysa
Kimlik yüreğin aynası, makbul değilse maske gerekmez.

            Ehramların gölgesinden kovulduk, taşra düştük uygarlıktan
            Musa gel denizleri seyredelim, tenha bir mezarlıktan.

SENİN GİDİŞİNE BİR GAZEL DENEMESİ


"Sen gittin gözler ve bakışlar gitti
Ak ellere kına yakışlar gitti"

Osman Sarı

(Bir Savaşçıdır Kalbim)



Aklın en mütekâmil çağında insan temyiz gücünü yitirdi. Sarhoş meczuplar gibi dolaşıyorum sevgili. Merkezini yitirdim evrenin. Güneş gitti, karanlıkta yörüngesiz dönen yıldızlar infilâka hazır, dehşete âmâde. Sonsuz bir boşlukta yönleri unuttum, pusulamı kaybolmasın diye saklamıştım, bulamıyorum sevgili. Gözlerin nerede senin? Mecnun çöllere düşmüştü, Ferhat dağlara. Bakışlarını arıyorduk senin besbelli. Yâni ki yazgımızı. Akıbet bulamadık. Fakat unutmadım sevgili. Senin bir düşler ülkesinde yaşadığını, orada huzur ve sükûnun hüküm fermâ olduğunu biliyorum. Senin ülkende kalbi olanların, yürek taşıyanların yaşadığını biliyorum.



Sen yaşama sevinciydin düşler ülkesinde. Evreni dolduran coşkuydun sen. Her yöneliş sanaydı, senin bakışlarından başka yön yoktu. Kuşatıcıydın, genişletirdin evreni. İnsan eşyaya bakınca, insan kâinata, insan insana bakınca bereketlenir, büyürdü evren. İçgüdüleriyle değil, aşkıyla yaşıyordu insanlar. Yeryüzü ne güzeldi, gökler ne mükemmel.


Ey evrensel akıl. Senin bakışların sabitliyordu âhengi. Sevginle işlenmiş, aşkınla bezenmişti kâinat. Adâlet diyorduk, sana pervane oluşundaki mükemmelliğe evrenin. Milim şaşmadan dönmesine sonsuz sayıdaki yıldızının. Adâlet diyorduk, yerli yerindeliğine dağların, denizlerin. Yağmurun yağmasından, karın erimesine; zerrelerin hareketine kadar her bir şeye sirâyet etmiş sevgine. Biz âleme kattığın eyleme hayrandık senin. Ve aynı sevginin eseri olmakla kardeştik her bir eylemci varlığınla. Eylemsiz varlığın yoktu ki senin. "Her dem yeniden yaratılmak" bu olsa gerekti. Yâni her an sevdiğini hissetmek, sevildiğini bilmek. "Sevdim seni ey yâr; bir ben değil, âlem sana hayran diye sevdim".

Bizim bu düşsel coşkuya iştirakimiz kendiliğinden değildi sevgili. Bizi taştan, ağaçtan, kuştan, çiçekten ayrı kılan, bu küllî eyleme şuurlu katılmamızın gerekliliğiydi. Bu bizim imtihan sırrımızdı biliyorum. Bedelsiz sevgi duyulmuş şey midir? Biz yalnızca bakışlarını değil, sırrımızı kaybettik sevgili. Besbelli, başak veren buğdaylardan daha akıllı değildik. Ne kuşlar gibi uçabiliyor, ne balıkların gibi yüzebiliyorduk. Yücelttiğimiz ve sevginden yalıtılmış akıllarımızla sadece sınırlı bir taklitçi olabiliyorduk. Oysa hatırlıyorum, senin düşler ülkende senin sevgini kuşanmış âşıkların gözlerini kapayınca âlemler dolaşıyor, sularına seccâde seriyorlardı.

Senin aşkını yaşamak elbette zor işti sevgili. Mecnun olmak gerekiyordu, bazen Mansur olmak. Ama senin sevgini hissetmek bile yetiyordu mutluluğu paylaşmak ve çoğaltmak için. Seninle göz göze gelmek ne mümkün; gözlerine bakılamazdı senin, yanardık. Bakışlarının varlığını bilmek de yeterdi bize. Hem zâten sonsuz saadetlerin meczedildiği mutlak sevdâlar ülkesinin, bir düşsel yansıması değil miydi bu hayat. Mutluluğun kestirme fakat pek çetin yoluydu âşık olmak. Biz âşıkların hâlleriyle hâllenemezdik çoğu zaman. Senin âşıklarını sevmek bile mutlu ederdi bizi. Bakışlarını hissetmek için, bakışlarının değdiği bir varlığa bakmak yeterdi. Nazarlı çaylar içerdik biz, nazarlı çiçekler koklardık. Senin sevginle yek âhenk olmuş kâinattaki adâleti, şu imtihan edildiğimiz sınıfa taşımak, şu kağıda dökebilmek mutluluğun eşiğini buldururdu bize.

Biz düşler ülkesinde kutsamazdık aklı. Akıl, kalbimizi bakışlarına açmanın anahtarıydı. Akıl, kâinatın aklını başından alıp bir semâzen vecdiyle kendiliğinden döndüren, çekip çeviren sevgine katılmanın yöntemiydi. Ve biz sana izâfeten sevgiyle bakardık yaratılmışa. Bu bizim ev ödevimizdi sevgili. Gözlerimiz güzeldi, güzel ve doyumsuz bakardı. Doymak için değil, iştihayla değil; kelebeğin çiçeğe konması gibi, güzellikler tamamlansın diye bakardı. Güzel görünce şükür için secdeye kapanır, yere inerdi gözlerimiz. "Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden" öperdik biz. Büyükler elleriyle büyütür çoğaltırdı güzelliği. Kaba saba iş yapmak senin güzelliğine hürmetsizlik olurdu. Eşyayı incitmezdik elimizle, senden bir emânettir diye. Demircilerimiz bile demir döverken sanatlı vururlardı. Kirmen eğirirdi nineler, kilim dokurdu. Zanaatla sanat birdi. Yeryüzüne gelen bebeğin kulağına bir mûsikî ile senin adın fısıldanırdı ilkin ve bir mûsikî ile uğurlanırdı insan yeryüzünden. Çocukların gözleri ne güzel görürdü dünyayı. Kuşlar, kelebekler, kuzular vardı dünyada. Bir de sonsuz sanatlı çiçeklerin.

Senin adın ulu orta söylenmezdi ve söylendiği zaman ürperir de gözlerimizin bebeği, onu sakinleştirmek için sana duâlarla birlikte göz kapaklarımıza sürerdik baş parmaklarımızın üstünü. Senin sevgin üzre yaşamak bir hayat üslûbuydu. Senin sevginin alenî ve kesif bir şekilde yaşanacağı günler, sevinçleri izhar için, çoğaltmak için sevgiyi kınalar yakılırdı ellere. Bayram günleri, düğünlerde, adını duyurmaya giderken serhat boylarına... En çok da genç kızlarımız yakardı. Onlar tebessümleriyle çoğaltırlardı güzelliğini. Yarışırlardı güzelliği yaymak için. Ne hünerli elleri vardı onların. Gergeflerine dünyayı gerer, ilmek ilmek sevgiyi bezerlerdi. Güzelliği korumak ödeviydi genç kızların. Ödevini en iyi yapan, en güzel olan ve en çok sevileniydi onların. Adları Leylaydı, Şirindi, Aslıydı... Adları ne güzeldi.

Senin ülkende önce sevmek, sevdâlanmak öğrenilirdi. Çocukken masallardaki Anka kuşu, kediler, büyük annelerin seccâdesi, dedelerin köstekli saati... her bir şeyin sevilmesi gerektiği öğrenilirdi. Büyüdükçe değişirdi hayatın çehresi, özü değişmezdi. Delikanlılar yiğitliğini, silahını, atını, sazını ve pek çok gençliğe dair varlığı severdi âşikâr. Ve güzelliğin tecessüm ettiği bir ceylan gözlüyü severdi, sevdiğini belli etmeden. Sonra bebelerin kundağını, eşinin iffetini, elinin emeğini, alın terini... Ömrümüz vefâ etmiş, yaşlanmışsak çocuk olurduk yeniden. Geldiğimiz toprak tüterdi gözlerimizde. Öyle anlamlıydı ki her şey; bir çiçek, bir böcek incinse oturur ağlardık. İncinen senin ellerinmiş gibi üzülürdük sevgili. Zulüm, sömürü nedir bilmezdik. Sevgisizliğin getirdiği her kavramın yedi kat yabancısıydık.

Düşler uzun süre yaşanılacak hissi verir görülürken. Ama işte sonunda uyandık sevgili. Uyandık ki küreselleşmiş dünya. Global bir nitelik kazanmış. Uyandık ve birbirimize, çevre yanımıza bakındık. Mecnunun bir köpeğin gözlerinde gördüğünü bile göremedik. "Bir göz âşinâlığı vardı aramızda" ama birbirimizi tanımıyorduk. Ferdiyetçi, menfaatçi, egoist ve daha pek çok şey olmuştuk nasıl olduysa. Bu biz miyiz diye sorduk. Çağın gerekliliği böyle dendi bize. Bilgi çağı, teknoloji çağı, modernite... Küllî şuurdan kopmuşluğu yaşıyordu insanoğlu. Aynı sevginin eseri olmakla kardeş olduğu her varlığa, sevgini ve bakışlarını yitirince düşman olmuştu. Evrenin merkezinde birey ve onun çıkarları vardı artık.

"Yunus düşte gördü seni / sayru mısın sağlar mısın".

Kalbin, aşkın emrindeki yaşama sevincinin ülkesini düşlerinde görenler; aklın emrindeki kentlerde uyanınca temyiz kudretini yitirdiler. Çünkü burada iyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin... bütün kavramlar ters yüz edilmişti. "Seni yaşamadan olmaz" demişti şâir. Meczup tavırlı âşıkların barınamazdı senin gözlerinin ve bakışlarının doldurmadığı hayatta. Mecnun çöllerde kayboldu, Ferhat dağlara vurdu gitti, Mansurlarınsa darağaçlarına...

Beni sorma sevgili, cevap müşküldür. Ne meczup olabildim sevdâmın peşinde, ne akla bulaşabildim gerektiğince. "Allah'ım, aşkımı başıma topla" diye duâ eden kardeşim. Bu tavrını unutmuş kişiyi de duâlarına alır mısın?..




İsmail GÖKTÜRK