(DOSTUN DAVETİNE BİR DERKENAR)
Kenti tanıyorsun dostum, kentlileri de. Kaşların çatık dolaşıldığı
yerden bahsediyorum. Yüzlerin belli belirsiz aydınlanmasının "selam"
yerine geçtiği yerden. Anlayacağın bir keşmekeşin yaşanıldığı, "keş" olmaktan
başka insâni eylemin üretilemediği yerden. Evin, sokağın, "absürd"
ilişkilerin tasallutunda olduğu bir çağda esrûk dolaşan beni, ayağı dolaşan,
kafası karışan beni; ya sazlardan boşalmış, lav gibi geçtiği yeri eritip giden
bir Anadolu ağıtı veya "ey çağının karanlık ruhunda alınyazısını arayan
İsmail!" diye çağıran bir dost uyandırabilirdi. "Dost". Dost, bu
kelime ne efsunlu. İnsanoğlunun yeryüzü macerasında en kalabalık sahne
yaşanırken, saatlerin her dakikası bir yalnızlık gongunu vuruyordu. İnsanların
sol böğründe yürek yoktu artık dostum. Birer darağacı duruyordu yüreklerin
yerinde. Çağın aksesuarıydı darağacı. Pir Sultan'ı olamamıştık çağımızın.
Darağaçlarına eyvallah etmek, nâmerde muhtaç olmak gibiydi. Bir dostun
çağrısına belki karşı durmak olurdu, ama bu karşı oluş göğüslerimi sahil etmek,
dâvetinizi sevdama sarmaktan başka birşey olamazdı.
Hoylu Bey'i, Demircioğlu'nu Koç Köroğlu çağırır da durmak olur mu? Köroğlu'nu
Çamlıbel çağırır da kalmak olur mu? Adama dağlar ses verir de, adam meleyip
gitmez mi çağrıldığı seslerin peşisıra? Çatık kaşlı, mütegallibe kent
insanlığından, dağların alnı geniş, mert adamlığına dâvet olur da "hay
hay" denmez mi? Bilirsin, âşinasıyım dağların, kırk yıl Ferhadlığını
yaptım, dost. "Başı dumanlı aladağların" değil, kentlere taşınmış,
sentetik dağların Ferhadlığını. Dağ türkülerini en iyi bilen âcizane ben değil
miyim? Dağların yalnızlığını, kimsesizliğini taşımadım mı yıllar yılı
mekânlarınıza? Dost, külüngüme omuz verdiğinizi unutmadım. Külüngümü de...
Ferhad'ın serencâmı, kentli ayıplarına bulaşmak olmamalıydı, biliyorum.
Beni eylemlere çağır dost. Bir zula mekânda iki bardak demli çay içmeye. Kent
sloganlarından uzakta, bir sazın tellerinde kendimizden / kentliliğimizden
geçmeye çağır beni. "Erdem Köprüsü"nde okunacak şiirler, ıslanacak
yağmurlar var. Kalbimin şiirlerini, "Taş Gazeli"ni okumayı özledim,
dost. Kent meşgalelerinde bir disket gibi sıkıştırılmış yüreğimi aç. Beni
insâni eylemlere çağır, dost. Evrensel nutuklara değil. Bir tebessümün ışığında
yanmaya çağır. "Sen hangi eylemi başarabildin ki" deme. Biliyorum,
saz çalmayı öğrenemedim; halayda destebaşı olamam, sen yine de çağır beni.
"esrârı aczine mâtuf" olan bu dostun, bakarsın bir ilhama mazhar
olur.
Dost, senin dâvetine mazeret üretmem. İnsanlar evrensel zaaflarının gereğini
yerine getirmek için, sıcak odalarında, başkalarının zaafları üzerine kurulmuş
eğlence programlarını izlerken; ben, hasta yataklarından kalkıp, yağmurun sokak
lambalarının ışığında seçgelleştiği, iplik iplik yağdığı vakitler bir meczup
sevk-i tâbisiyle bulunduğunuz zula mekânlara koşarım. Dost, henüz sana
ulaşmadan her oluşu, her kımıldanışı yeniden mânâlandırırım. Sana yürümek,
Yemen'e gitmektir yeniden. Yağmurda ıslanmak, bir savaş gâzisinin aldığı
yaralardan duyduğu gurur gibidir. Kendimize eziyet, kent insanının mazoşist
duygularıyla benzeşmez. Yağmurda ıslanmak, sefil Anadolu insanının hüznünü
paylaşmaktır. Islanmak, bir karıncanın incinmişliği, bir çiçeğin
örselenmişliğidir. Hele kar yağıyorsa dostum, bu kent insanının nostaljisi asla
değildir. Kar altında kalmak, yedi iklim, üç kıta yetim düşmüşlüğümüzdür.
"Züğürt Ağa" misâli, koskoca bir medeniyetin yoksulları oluşumuzdur.
Sana gelirken, bir kardelen çiçeği olurum ben, dost. Ya kar olurum / Yakar
olurum; Ya kardelen / Yakar delen olur gelirim dost.
Sana geldiğim zaman donanımlı olurum. Sana gelmek, bir tâlim meselesidir.
Hayatı her an yeniden yorumlamaya, her birşeyi yeniden mânalandırmaya tâlimli
değilsen, sana yine gelirim, dost. Seninle belki bin kere dinlediğimiz bir türküyü
ilk defa dinliyormuş gibi bir kez daha özümsemek, Anadolu'nun bin yıllık
duyuşlarını yeniden yaşamak, beni hayat karşısında mukâvemetli kılar.
Sana gelmek yaşama sevincidir. Sen insana erdemlerini hatırlatırsın.
Eşyalarının değeri arttıkça, dostlarının değeri azalan kent insanlarından
kaçarak, kentin süflî çehresinden soyutlanarak gelirim sana. Sana gelirken
kentli oyuncaklarını getirmem. Araba markalarından, inşaat maliyetlerinden,
ücret artışlarından bahsetmem örneğin. Ben boşboğazlık edip öyle kentli
ayıplarına düşersem, sen bana sorarsın:
Eğri odun mu taşıyorsun / Odunları mı eğri taşıyorsun?
Yaşadığın için mi varsın / Var olduğun için mi yaşıyorsun?
"Kişisel menkîbe"mi ararken dost, senin sesin kılavuz olur bana.
Irmaklar denize ulaşmak için nasıl seçerse mecrâlarını, ben de öyle seçerim
yüreğindeki ummana giden yolu. Bu yol tıpkı ırmakların mecrâsı gibi dolambaçlı
olur belki. Olsun varsın. Sürekli bir akış için sokaklardan, duraklardan,
mâişet kapılarından geçer de gelirim. Menkîbeme ufuk açmak, ufuklarda buluşmak
için sen yeter ki "gel" de bana, bir yolunu bulur gelirim.
Leylâ'da değilim dost, lâkin çöle çağırırsan Mecnun olur gelirim. Sana
"yalan" halde gelmem, toplarım özümü "yalın" halde gelirim.
Kapıyı çaldığımda "kim o" dersen, "sensin efendim" derim.
Ben olmam kapında, "sen" olur gelirim. Sen "gel" de yeter
ki, yola yük olmam, "yol" olur gelirim. "bu ayda olmazsa gelecek
ayda, on bir ayın birinde" demem; davetin bana erişmeden sezer gelirim. Ayık
kafayla gelemezsem, bağışla, sızar gelirim efendim...
İsmail GÖKTÜRK