26 Ocak 2016 Salı

YÜK TAŞIMADIK YÜREĞİMİZDEN GAYRI


Yol
Bir güvercin bozması yürekle 
Anam sizlere kattı beni.


Geçit

Ey çetrefil yolların kılavuzu
İşaretlerini yitirdim, bekle
İzbeler kuşattı beni.


Sürgün

Kaf dağına kar yağacak
Yüreğime tüneyecek kuşlar.


Zindan

Şehri bir müşkül yönetmekteydi.
Mütegallibe korkuluklar
Uzanıp ebem kuşağını sağacak.
Teraziler dengeli, dengeler terazisiz
Korkuperestlik en yüce erdem
Bay müşkül, mefhumları azatlayacak.


Azık

Yüreğe kıvrılan merdivenler
Türkülerin tedâisiyle aydınlansın.
Dem tutsun şiir, semaver
Dergâhta mızgansın.


Yük

Omuzlarımızın çökmüşlüğü
Gametimizin eğriliği aldatmasın,
Yük taşımadık yüreğimizden gayrı...




İsmail GÖKTÜRK

HAYATA TUTUNMAK


"Sigaralar yakılır,üfürülür duvarlara
Oturulacak bir yer bulunur 
Hayatın sıfırlandığı anlara"
Efendi Hocam



Sigaralar yakılır; siper almak gibi bir şeydir sigara yakmak. Gerçek dramaların sahnelendiği bir tiyatroda seyirci olarak bulunuyorsanız, yüreğinizin kaldırmadığı yerde dışarı çıkabilirsiniz. Ya bu sahne yüreğinize kurulmuş, bütün bir "dışarı" dramaya kespetmişse... Bir çocuğun ağlaması, bir yaşlının inlemesi, bir ananın dilenmesi alışkanlığınız değilse kıskıvrak yakalanırsınız hayata; yakarsınız sigaranızı. Umutların kaybolmasını izlersiniz dumanların kıvrımında. Duvarlara çarpıp dağılan duman, hayatın gerçekliği ile örtüşür çoğu zaman. Duvar, neleri çağrıştırmaz ki insana! "At üstünde kuşlar gibi dönen" Ziya'nın atının pazara çekilmesidir. "Dağı dağa kavuşturan gün" iken, Memik Oğlan'ın "öte geçeler"de vurulmasıdır duvar. Paramparça olan umutlardır duvara çarpan duman. Ve insanların umut kırıntılarının peşindeki telaşıdır dumanın savruluşu.

Efendim, şimdi saz çalabilmeyi, hiçbir şeyi istemediğim kadar istiyorum. Ben bazen deliriyorum efendim. Halay çekmeyi bilmek istiyorum ölesiye; coşkun bir sel olup akmak için, kibriti yakmak gibi mızrabı vurmak istiyorum tellere. Yiğitlerle halay tutup mendilimi sallayınca; davul gümleyip, topuklarımı vurunca yere. Tüm kötülükler, korkup sigara kokuları gibi duvarlara sinecek sanıyorum. Küçük bir çocukken mehter bölüğüne girmek isterdim. Hayata karşı, çağa karşı ancak böyle bir duruş almak gerektiğini düşünürdüm: Pervasız, yiğit, vakur... Dimdik bir baş, derviş bir gönülle kudüm çalarak, kös vurarak ilerlemeliydim; meydan okumalıydım çaresizliğe, erdemsizliğe, insana musallat olan her kötülüğe.

Bazen bir ışıltı yakalarsınız bir bebeğin gözlerinde; gül yanaklarında muştular vardır size. Bazen bir ninenin, entarisinin cebinden çıkardığı şekerleri "kuşlar size şeker getirmiş" diye torunlarına verişini izlersiniz hayretle. Bazen bir kelebeğin uçtuğunu yalnızca siz farkedersiniz. Bir kar çiçeğinin kış boyu işyerinizin girişinde sizin için açtığını düşünürsünüz. Ne hoş kokuşludur o çiçek. Bazen bir efendi hocam, size bir dörtlük yazıp uzatır, şerhedesiniz diye. Şerhinize güvenilmesi, ne sağlam dayanaktır bilirseniz. Bazen bir has dostunuzun, "devlet hiç aşık olmamıştır, elleri cebinde yağmurda ıslanmamış, bir sigara yakıp türkü dinlememiştir" yazan bir denemeyi, sizinle paylaşmak için getirip karşılıklı birer "cıgara" yakarak okuması ne müthiş mutluluktur. Bazen, telefonun öbür ucundaki şair dostun, aşina "çay hazır İsmail" diyen sesini duymak, ne büyük güzelliktir. Bazen bir ezan sesiyle dalıp o ses kadar ahenkli, lirik, coşkun bir insanlık medeniyetini yeniden kurmak, ne mükemmel düştür efendim...

Ama bütün bunlar hep "bazen" oluyor; kalıcı olan hep diğeri. Çoğu zaman ölesiye yazmak, yazabilmek istiyorum efendim. "Okuyacağım aney, büyük adam olacağım" diyen şair gibi sesleniyorum kendime. "yazacağım aney". Hayatı yeniden dönüştürmek, kendisi olma bilgisine ulaşmak istiyorum. Aslında hayata tutunmak istiyorum efendim. Tutunabildiğim bir hayatı biriktirmek istiyorum içimde. Saz çalmayı da bunun için istiyorum, şiir okumayı da... Ben bazen deliriyorum efendim. Kişisel menkıbelerini yaşamadan öldüğüne inanıyorum insanların. Kendisi olmadıklarını, toplumsal bir malzeme yığınına dönüştüklerini sanıyorum. Bütün kitapları bir çırpıda okumak geçiyor içimden. İnsanların biriktirdikleri hayat bilgisine ulaşmak, hayatın işleyiş kurallarını deşifre etmek istiyorum. Bazen kör bir kuyunun içine düşer gibi, bazen geniş bir ferahlama duygusuyla kader geliyor aklıma; herkes gibi inanıyorum kadere bilmeden. Kader, zulüm, adalet... 

"Sigaralar yakılır/ üfürülür duvarlara". Demli çaylar gibi buğuludur yürekler. Hayatın manası vardır veya yoktur. Hayatı dönüştürmek -ama kendi içinde- belki mümkündür. Dönüşünce ne olacağı muhaldir. Söz tükenmiştir. "Oturacak bir yer bulunur/ Hayatın sıfırlandığı anlara". Saz başlar inceden; serersiniz sofranızı; içinizde biriktirdiğiniz hüznü, inlemeyi dökersiniz orta yere. Sigaranızı, sazın perdelerinde genişleyen, derinleşen hayata tutunmak için yakarsınız. "Sermayem dilimde bir ah kaldı". Hayat bir şekilde yaşanıyor zahir!


İsmail GÖKTÜRK

DOSTUN DAVETİNE ZAMAN OLUR MU?



(DOSTUN DAVETİNE BİR DERKENAR)


Kenti tanıyorsun dostum, kentlileri de. Kaşların çatık dolaşıldığı yerden bahsediyorum. Yüzlerin belli belirsiz aydınlanmasının "selam" yerine geçtiği yerden. Anlayacağın bir keşmekeşin yaşanıldığı, "keş" olmaktan başka insâni eylemin üretilemediği yerden. Evin, sokağın, "absürd" ilişkilerin tasallutunda olduğu bir çağda esrûk dolaşan beni, ayağı dolaşan, kafası karışan beni; ya sazlardan boşalmış, lav gibi geçtiği yeri eritip giden bir Anadolu ağıtı veya "ey çağının karanlık ruhunda alınyazısını arayan İsmail!" diye çağıran bir dost uyandırabilirdi. "Dost". Dost, bu kelime ne efsunlu. İnsanoğlunun yeryüzü macerasında en kalabalık sahne yaşanırken, saatlerin her dakikası bir yalnızlık gongunu vuruyordu. İnsanların sol böğründe yürek yoktu artık dostum. Birer darağacı duruyordu yüreklerin yerinde. Çağın aksesuarıydı darağacı. Pir Sultan'ı olamamıştık çağımızın. Darağaçlarına eyvallah etmek, nâmerde muhtaç olmak gibiydi. Bir dostun çağrısına belki karşı durmak olurdu, ama bu karşı oluş göğüslerimi sahil etmek, dâvetinizi sevdama sarmaktan başka birşey olamazdı.

Hoylu Bey'i, Demircioğlu'nu Koç Köroğlu çağırır da durmak olur mu? Köroğlu'nu Çamlıbel çağırır da kalmak olur mu? Adama dağlar ses verir de, adam meleyip gitmez mi çağrıldığı seslerin peşisıra? Çatık kaşlı, mütegallibe kent insanlığından, dağların alnı geniş, mert adamlığına dâvet olur da "hay hay" denmez mi? Bilirsin, âşinasıyım dağların, kırk yıl Ferhadlığını yaptım, dost. "Başı dumanlı aladağların" değil, kentlere taşınmış, sentetik dağların Ferhadlığını. Dağ türkülerini en iyi bilen âcizane ben değil miyim? Dağların yalnızlığını, kimsesizliğini taşımadım mı yıllar yılı mekânlarınıza? Dost, külüngüme omuz verdiğinizi unutmadım. Külüngümü de... Ferhad'ın serencâmı, kentli ayıplarına bulaşmak olmamalıydı, biliyorum.

Beni eylemlere çağır dost. Bir zula mekânda iki bardak demli çay içmeye. Kent sloganlarından uzakta, bir sazın tellerinde kendimizden / kentliliğimizden geçmeye çağır beni. "Erdem Köprüsü"nde okunacak şiirler, ıslanacak yağmurlar var. Kalbimin şiirlerini, "Taş Gazeli"ni okumayı özledim, dost. Kent meşgalelerinde bir disket gibi sıkıştırılmış yüreğimi aç. Beni insâni eylemlere çağır, dost. Evrensel nutuklara değil. Bir tebessümün ışığında yanmaya çağır. "Sen hangi eylemi başarabildin ki" deme. Biliyorum, saz çalmayı öğrenemedim; halayda destebaşı olamam, sen yine de çağır beni. "esrârı aczine mâtuf" olan bu dostun, bakarsın bir ilhama mazhar olur.

Dost, senin dâvetine mazeret üretmem. İnsanlar evrensel zaaflarının gereğini yerine getirmek için, sıcak odalarında, başkalarının zaafları üzerine kurulmuş eğlence programlarını izlerken; ben, hasta yataklarından kalkıp, yağmurun sokak lambalarının ışığında seçgelleştiği, iplik iplik yağdığı vakitler bir meczup sevk-i tâbisiyle bulunduğunuz zula mekânlara koşarım. Dost, henüz sana ulaşmadan her oluşu, her kımıldanışı yeniden mânâlandırırım. Sana yürümek, Yemen'e gitmektir yeniden. Yağmurda ıslanmak, bir savaş gâzisinin aldığı yaralardan duyduğu gurur gibidir. Kendimize eziyet, kent insanının mazoşist duygularıyla benzeşmez. Yağmurda ıslanmak, sefil Anadolu insanının hüznünü paylaşmaktır. Islanmak, bir karıncanın incinmişliği, bir çiçeğin örselenmişliğidir. Hele kar yağıyorsa dostum, bu kent insanının nostaljisi asla değildir. Kar altında kalmak, yedi iklim, üç kıta yetim düşmüşlüğümüzdür. "Züğürt Ağa" misâli, koskoca bir medeniyetin yoksulları oluşumuzdur. Sana gelirken, bir kardelen çiçeği olurum ben, dost. Ya kar olurum / Yakar olurum; Ya kardelen / Yakar delen olur gelirim dost.

Sana geldiğim zaman donanımlı olurum. Sana gelmek, bir tâlim meselesidir. Hayatı her an yeniden yorumlamaya, her birşeyi yeniden mânalandırmaya tâlimli değilsen, sana yine gelirim, dost. Seninle belki bin kere dinlediğimiz bir türküyü ilk defa dinliyormuş gibi bir kez daha özümsemek, Anadolu'nun bin yıllık duyuşlarını yeniden yaşamak, beni hayat karşısında mukâvemetli kılar.

Sana gelmek yaşama sevincidir. Sen insana erdemlerini hatırlatırsın. Eşyalarının değeri arttıkça, dostlarının değeri azalan kent insanlarından kaçarak, kentin süflî çehresinden soyutlanarak gelirim sana. Sana gelirken kentli oyuncaklarını getirmem. Araba markalarından, inşaat maliyetlerinden, ücret artışlarından bahsetmem örneğin. Ben boşboğazlık edip öyle kentli ayıplarına düşersem, sen bana sorarsın:
Eğri odun mu taşıyorsun / Odunları mı eğri taşıyorsun?
Yaşadığın için mi varsın / Var olduğun için mi yaşıyorsun?

"Kişisel menkîbe"mi ararken dost, senin sesin kılavuz olur bana. Irmaklar denize ulaşmak için nasıl seçerse mecrâlarını, ben de öyle seçerim yüreğindeki ummana giden yolu. Bu yol tıpkı ırmakların mecrâsı gibi dolambaçlı olur belki. Olsun varsın. Sürekli bir akış için sokaklardan, duraklardan, mâişet kapılarından geçer de gelirim. Menkîbeme ufuk açmak, ufuklarda buluşmak için sen yeter ki "gel" de bana, bir yolunu bulur gelirim.


Leylâ'da değilim dost, lâkin çöle çağırırsan Mecnun olur gelirim. Sana "yalan" halde gelmem, toplarım özümü "yalın" halde gelirim. Kapıyı çaldığımda "kim o" dersen, "sensin efendim" derim. Ben olmam kapında, "sen" olur gelirim. Sen "gel" de yeter ki, yola yük olmam, "yol" olur gelirim. "bu ayda olmazsa gelecek ayda, on bir ayın birinde" demem; davetin bana erişmeden sezer gelirim. Ayık kafayla gelemezsem, bağışla, sızar gelirim efendim...



İsmail GÖKTÜRK

TÜRKÜ YAZILARI


Muhterem Hocam Muzaffer GÖZÜKARA'nın
Türkü Yazıları isimli manzumesine âcizâne bir şerhtir

Yüreği ağzına kadar doluydu...

Azık olarak çileyi ve aşkı almıştı. Hayatı idâme ettirmenin gerek ve yeter şartı, ekmek su gibi katıksız nimet olan çile ve aşk... "Uzun İnce bir yolda" toza toprağa belendiği yer Anadoluydu.

Yüreği ağzına kadar doluydu. Bir kelam, bir nazar, bir şekil mızrap olup ezgilerin sıkıştırdığı yüreğe dokunmuş olsaydı, ebediyete gerilmiş teller, bir bir kopacaktı. "Bir türkü" diyordu. Şehâdet makamına bir adım kala, gözlerinde "bir yudum su" feryadıyla kıvranan bir yaralının sancısıyla, "bir türkü" diyordu. Kanayan bir yaraydı yürek, bir türküyle dağlanmalıydı. Yumdu gözlerini. Sırılsıklam sevdalı, tutundu bir allı turnanın kanatlarına.

Adı "ana"ydı kadının. Yıllar var ki, bir haber alamamıştı Yemen'e yolladığı yavrusundan. Büyütüp beslemiş, esker eylemişti. Bir döneydi yavrusu elleriyle yedirecekti, tandır kömbelerini. Kaygana yapacaktı, bir tas da ayran. Öpüp koklayacaktı sonra. Dönüp gelebilenler, "bir çift potinle bir de fes", bir ağıtlık nefes getirmişlerdi ondan. Ana, şehâdete duyduğu müebbet ihtiramla yüreğinin ortasına yerleştirdi acısını. Türkülerin hasını yaktı oğluna. Oğluna ve onun şehit dostlarına...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Yaranın kanı durmamıştı. "Bir türkü" diyordu, mehterin serhat boylarında vurduğu. Kılıcının şavkıyla aydınlanan delişmenlik çağlarından arta kalan türkü. Üzengiye bastı mı eyere yerleşmeden Tuna'yı aştığı zamanların türküsü. Kadırgaların kalyonlara rampasında denizler çatırdarken bir leventin dilinde titreyen türkü. "Yiğit olan döne döne dövüşür" diyen türkü...

Kan kesif bir halde akmaktadır. Serin demir yarayı dağlayamamıştır. "Toprağa basmalıdır deli gönül" Bazen çöllerde isimsiz bir mezar, bazen sularda kefensiz şehit, bazen çemberde amansız bir yiğit olmalıdır. Yangınlar içinde uzayan çöle, bir yayla pınarı gibi akmalıdır kanı. Sarıkamış'ta "Kar Çiçekleri"ne dönüşmelidir; bir kartal olmalıdır "Dargo"da. Kafkas dağlarını moskof'a zindan etmelidir. Sonra, yönünü çevirdiğin her sınır cephe olmalıdır. Trablusgarp'tan, Mısır'dan, Filistin'den, Suriye'den, Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan kan revan içinde düşmelidir Anadolu'ya. Anadolu, binyılın kalesi, düşmelidir yeniden alınmak için...

Bir yiğittir o. "Adı yiğitlerle okunur". Kıtlığı, seferberlik yıllarını yaşamıştır. Evdeşini ellerinin kınası kurumadan Allah'a emanet edip düşmüştür yollara. Sırtında boyundan büyük mavzeri taşımaktan yorgun düşünce, bağdaş kurup bir küflü ekmek olan tayını yerken "cepheye varmadan şehit olmasam" diye dua etmiştir. Boynu bükük uçmuştur göllerden sunalar ve dönmemişlerdir. Sonra bir karayılan gibi çöreklenmiştir memlekete zulüm. Gâvur Müslüman bellisiz olduğunda darağaçlarında ıslıklanan rüzgâr garip bir türkü. Gözyaşı bir türkü, hep yaşlı bir türkü, bir gönül türküsü, bir ayrılık türküsü, bir verem türküsü, bir tükeniş, bir ölüm türküsüdür...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Kan kesilmek bir yana, şorlamaya durmuştu. "Aman bir türkü" diyordu. Bir âh türküsü. Varılmak istenen varılamayan, olunmak istenen olunamayan, ölünmek istenen ölünemeyen bir türkü...

Yetimlerin yoksulların yurdu olduğu kadar, vurguncuların, yağmacıların da yurdudur Anadolu. "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" düşmüştür. Adı, Müslüman Anadolu insanının öteden beri yavrularına vurduğu isimlerden bir isimdir. Yapılan taksimde ona, rızkını el aralıklarında ahır temizleyerek, itilip kakılarak kazanmak düşmüştür. Ayak yalın baş açık çobanlık yapan kardeşinin kavalında, anadan yetim, babadan yetim, bayramda eli öpülecek kimsesi olmayan bir türkü çalar...

Anadolu'nun çehresi değişmiştir. Drama köprüsü nerdedir bilmez çocuklar ama Hasan'ı tanır. Silahlar oyuncakçıda satılır, ama Hasan'ın "martini" satılmaz. Tuna'nın inadı kırılmıştır, artık akmam diyemez. Sivastopol önündeki "Yıkık Minare" ne olmuştur kimbilir. Kağnılar, Çete Bayramlarında asfalt yollardan geçirilir. Çetelerin, efelerin, zeybeklerin türkülerinde ezgisi vardır kağnı gıcırtılarının. Koca bir hüzün medeniyetinden geriye, kala kala türküler kalmıştır. Bu yarayı hem kanatan, hem dağlayan, hem onacak olan türküler. "Ne şirin dert bu, dermandan içeri"...

Dün olduğu gibi insan, bizim insanımız, türkü, bizim türkülerimizdi. Bu sazın telleri hüzne, gurbete, hasrete, aşka akortluydu. Yani insana özgü değerlere. Ama kan hiç durmadan akıyordu. Yara belki kurşun yarasıydı, belki sevda yarası, belki yoksulluk, belki bir söylenmez, adı anılmaz yara. "Bir türkü diyordu." "Harmanı yanan bir ihtiyarın yoksulluğunca yanan" bir türkü. Köyünden toprağından kopup üç kuruşluk helal lokma ya da üç kuruşluk tahsil uğruna şehirlerde yokluk perişanlıkla türlü hastalıkların pençesinde can veren "Celal oğlanların" türküsü. Kuru yerde yatan, ayağına dikenler batan, soğuk sularla yunulan bir türkü...

Kan durur gibi olmuştu. Saz durmamalıydı. "Benim sadık yarim" diyerek toprağa yürümeye vurmalıydı. Bir mezar türküsü vurmalıydı, üzeri otlar kaplı, bir Fatiha'ya muhtaç, bir duâya hasret olmanın türküsünü vurmalıydı...


Kan durmuş, yürek yorulmuştu. Mızrap sazın son telinde Anadolu'yu ve Anadolu insanını anlatıyordu. "Bir türküyüm ben, adı sanı bilinmeyen, dillere hiç düşmeyen, sazı sözü olmayan, hiç olmayan bir türkü..."




İsmail GÖKTÜRK